banner536

KAYALARDAN FIŞKIRAN ÇİÇEKLER

Bu hafta Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Senfoni Orkestrası Sanat Danışmanı Ender Sakpınar ile müziğe ve sahiden de hayata dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

KAYALARDAN FIŞKIRAN ÇİÇEKLER
12 Aralık 2016 Pazartesi 12:35





Röportaj: Hümay Ongan
Ender Sakpınar’la yaptığımız söyleşi, bana daha önce Şehir Tiyatroları sanatçılarından Sermet Yeşil’le yaptığımız röportajı hatırlattı. Eskişehir’de popüler kültürün çarklarından sıyrılmış, daha farklı maksatlarla, anlamına uygun biçimde sanat yapan insanlarla karşılaşma ihtimalimizin daha fazla olduğunun farkına vardım. Kuşkusuz şehrin nabzını tutan Büyükşehir Belediyesi’nin sanata atfettiği değerin önemi burada göze çarpıyor.Bütün bunları, Türkiye’de sanatın gidişatını, Sakpınar’ın hayata bakışını konuştuğumuz bir söyleşi ortaya çıktı. Ben bu sırada birçok şey öğrendim ve işin aslı memlekette sanatçılara düşen görevi daha iyi gözlemledim. Türkiye’nin ilk ve tek belediye senfoni orkestrasını sizlerle baş başa bırakıyorum.
Eskişehir sahiplendi orkestrayı
Esgündem26: Eskişehir’de çok özel bir şey yapılıyor. Böyle iyi bir belediye orkestrası var. Türkiye’de sanat bu kadar değersizleştirilmişken yapılıyor hem de. Sizin önderliğinizde gerçekleşiyor bu çalışma. Orkestra nasıl kuruldu, siz nasıl dahil oldunuz?
Ender Sakpınar: Daha önce benimle çalışmış olan müzisyenlerden bir çağrı geldi. Ben hiç Eskişehir’i bilmiyordum. “Sizi aramızda görmeyi çok isteriz. Bir vaktiniz olduğunda gelebilir misiniz?’” diye çağırdılar. Geldiğim zaman hocayla (Yılmaz Büyükerşen’le) tanıştım. O zaman Engin Orbey Sahnesi’nde yapılıyordu konserler. Hocayla konuştuk. Bu işi ele almamı rica etti. Ben de “Memnuniyetle” dedim.  Türkiye’de ilk defa böyle bir şey yapılıyordu. Bir belediye orkestra kuruyordu. Bu inanılmaz bir şey. Bir cevher gibi. “Ama ilgilenebilir misin?” dedi, ben de “Tabii ilgilenirim. Bu orkestrayı ayaklandırırız, uçururuz”  dedim. İlk konserimiz Orbey’de yapıldı. Yüz yetmiş beş (koltuk sayısı) kişi gelecek mi diye merak ediyorduk. En büyük merakım, heyecanım oydu. Tıklım tıklım doldu konser. Bir iki sene çalışmalara orada devam edildi. Hoca bu arada söz vermişti, bu binayı (Opera Sahnesi) bitiriyordu. 2004 itibariyle buraya geçtik. Giriş o giriş, bugüne kadar geldik. Kaç tane salon açıldı Eskişehir’de. Kongre Merkezi açıldı, büyük konserleri orada yapıyoruz. Eskişehir, Türkiye’de ilk ve tek bu konuda. İnanılmaz bir sahiplenme var. Şehirliler sahiplendi orkestrayı. Her zaman konserlere geliyorlar, takip ediyorlar. Seçiyorlar hatta artık gidecekleri dinletileri. Özel konserlerin çok kalabalık olacağını hemen hissediyorum. O zaman hemen büyük sahneye alıyoruz. Bunca sıkıntıların yaşandığı bir dönemde burada böyle yükselen bir durum var.
 
Çocuklar senfoni ile tanışıyor
İnteraktif eğitim projeleri yapıyoruz geleceğin seyircisini hazırlamak için. İmkânı olmayan çocuklara özel programlar yapıyoruz. Eğitsel, görsel kültürümüzle ilgili hikayeler, destanlar olduğu gibi yabancı eserler de oluyor bu programlarda. Şimdi hazırlık yapıyoruz. “Hansel ve Gretel” i müzikal olarak yapacağız. Orkestra ve tiyatro iş birliğiyle.Bu konserleri yaptığımız zaman gelen çocuklar o oyunla orkestrayı tanıyorlar. Bir oyun oluyor onun içinde. Gösteri sonrasında onlardan şunu istiyorum; ne düşündüklerini, ne hissettiklerini; bunu istedikleri yolla dile getirmelerini resim,yazı ya da kolaj yaparak bize vermelerini.  Onları burada sergileyeceğimizi, çok mutlu olacağımızı söylüyoruz. Yığın yığın akmaya başladı. Ne cümleler, ben size aslında onları okumalıydım. Onlar aslında haberlerde geçmeli. Bizim amacımız çocuklara zorla sevdirmek değil; tanıtmak, genel bir bilgi vermek. Evrensel bir müzik bu. Bununla bağlantılı olarak tiyatroyu görüyorlar, oyunculuk görüyorlar. Şimdi mesela bir dans okuluyla anlaştık. Küçük çocuklar bir hazırlık yapıyorlar. Ravel’in ‘Bolero’su vardır. ‘Bolero’ için koreografi hazırlıyorlar. Gelen çocuklar aynı zamanda enstrüman tanıyacaklar. Seyreden çocuklar bir de dans görecekler sahnede. Müzik, anlatım, orkestra artı kendi yaşlarında çocukların dans ettiklerini görecekler. Onlar istediklerini seçerler. Sevdiklerini dinlerler. Yapmak istediklerini yaparlar. Hayatlarına bir zenginlik katmak amacımız.
 
Onlar bizim geleceğimizin seyircisi
Esgundem26: Devletin sağlamadığı eğitimi siz burada kendi imkanlarınızla sağlamış oluyorsunuz yani.
Sakpınar: Çok doğru. Elbette matematik, fizik, kimya ama yanında çocukları hayata adapte edecek, genel kültür seviyesini yükseltebilecek, hayatla gerçekle kıyas yapmalarını sağlayacak, duygusal boyutu dengede tutmalarını öğretecek bu tür tanıtımlar yapmak zorundayız. Amacımız bu. Çünkü onlar bizim geleceğimizin seyircileri.  Aydın bireyler olacaklar. İsteğimiz bu. Kendilerini mutlu edecekler. Bu mutluluk çevrelerine yansıyacak. Topluma güzel katmanlar yaymaya çalışacağız, o çocuğun arkadaşına, annesine değerek, katlanarak bize geri döneceğini düşünüyorum.
 
Güzellikler hep bir adımla, bir kişiyle başlıyor
Esgundem26: Biz birkaç hafta önce Sermet Yeşil’le bir röportaj yaptık, bu söylediklerinizi, katlanarak etkinin yayılabileceğini tiyatro için söyledi. Ben şunu anlıyorum; bu yaşadığımız dünyada biraz daha ayrılan sanatçılar ama bir kişi ama on kişi diye bakarak meseleye, daha çok insanı etkiyebileceklerini düşünüyorlar.
Sakpınar: Doğru, ben yalnız değilim. Zaten bu cesareti oradan da alıyorum. Yoksa Don Kişot’luk oluyor. Onu da yaparım. Bu benim elimden gelen, içimden gelen bir şey. Olması gerektiğine inandığım bir konu. Yalnız olmadığım için de çok moral veriyor. Her alanda var böyle benim gibi düşünenler. Zaten güzellikler hep bir adımla, bir kişiyle başlıyor. Sonra yayılıyor. Çok da zor bir şey değil. Yeter ki o sevgi, tutku, direnç olsun! Yılmadan bunu yapmanın yüzde yüz karşılığı geliyor. Kaçınılmaz. Zorlanıyorsunuz, hayal kırıklığına uğruyorsunuz, engeller çıkıyor. Ama hayatın gerçeği bu. O kapı olmaz başka kapıya yöneliyoruz. Yeter ki amaca ulaşalım. Muhakkak oluyor. Onun için ben çok iyimserim ne kadar kötü bir ortam da olsa.
 


Kadro sıkıntımız var
Esgundem26: Konservatuvardan  her sene müzisyenler mezun oluyor şehirde. Buradaki mezunlardan var mı orkestranızda çalanlar arasında? Biraz orkestradan bahsedelim.
Sakpınar: Ciddi bir sınav yapılıyor orkestraya girmek için. Orkestradaki bütün müzisyenler çeşitli şehirlerde devlet konservatuvarını bitirmiş, buraya gelmiş sanatçılar. On dört sene evvel “Ne yapacağız? Ben bu şehre geldim ama acaba burada gelecek var mı? Orkestra yaşar mı yaşamaz mı?” deyip de şimdi “Ne mutluyuz ki Eskişehir’de çalıyoruz” diye düşünüyorlar. İstanbul’daki, İzmir’deki sıkıntıları biliyorlar. Burada sahiplenilmenin verdiği güven onlara özgüven aşıladı. Onlar da işlerini çok sahipleniyorlar. Ve güzel sonuçlar çıkıyor ortaya. Kadro sorunumuz var, kadro demek para demek. Biz de talep de bulunuyoruz belediyeye kadronun bir an evvel tahsis edilmesiyle ilgili. Orada mecliste bazı engelleyici sonuçlar çıkıyor ‘karşı düşüncede olanlardan’.  “Futbol takımı varken ne gereği var orkestraya bu kadar para harcamaya?’’ deniyor kimi meclis üyeleri tarafından. Nitekim son seçimlerden sonra ilk yaptıkları şey yüzde 30 bütçemizin kesilmesi oldu. Çünkü oy çokluğu onlarda. Takviye alıyoruz bazen bu kadro sorununu çözmek adına, gençleri çağrıyorum, onlar da mezun olmuş ama işi yok. Onlara yaradığı için çok mutlu oluyorum. Orkestranın işleyişi bu şekilde devam ediyor. Şu anda aşağı yukarı elli küsur kişilik kadromuz var. Normalde bizim en az yetmiş-seksen olmamız lazım. Bir gün gelir köstek olmayacak insanlardan oluşan bir meclis olur. Kadrolarımızı verecek bir zihniyet yeşerir diye ümit ediyoruz.
Kayalardan fışkıran çiçekler
Esgundem26: Türkiye’de genel olarak nasıl gözlemliyorsunuz sanatın gelişimini yahut gelişiyor mu sanat ülkemizde? Türkiye’de cazın, klasik müziğin, tiyatronun, operanın, balenin geleceğinden umutlu musunuz?
Sakpınar: İlginç bir tezat var orada. Genelde dibe vurulduğu zaman, kaos anlarında çok tepki ortaya çıkar. Tam tersi kayalardan çiçekler fışkırmaya başlar. Çünkü baskıyı insan tabiatı kabul edemez. Hatta teşvik eder. Evvelsinde etliye, sütlüye karışmazken böylesine sıkıntılarla yüzyüze gelen insanlar belki sanatçı olduklarını hatırlarlar ve bir dayanışma içine girme gereği hissederler. Ve bir savaşa yani uğraş içine girerler. Olumsuzluk hep var. Şimdi böyle bir dönem yaşıyoruz, bu bir gerçek. Dibe vurmak üzereyiz. Vurduk belki de. Ama bunun hep bir çıkışı var. Hiçbir zaman orada kalmadı. Bir çıkış olacak yani.
 
Tahribat çok arttı
Benim tek endişe ettiğim şey; bu ne kadar hızlı olur? Tahribat çok arttı, daha fazla artacak bu süre uzadıkça. Ama şuna inanıyorum; hayatta daima en güzel şeyler en beklemediğimiz zamanda olur. Benim başıma hep öyle geldi. Hiç beklemediğim anda sevdiğim kişiye kavuştum. Hiç beklemediğim anda bu meslekte buldum kendimi. İnsan yalnızdır, bir hayat arkadaşı arar. Çok uğraşır, çok uğraşır. Üzerine ne kadar giderse bir türlü olmaz. Bir de akışına bıraktığı zaman bir şekilde o kişiye rastlama ihtimali çok daha kuvvetlidir. Bir işle ilgili çok uğraşmak lazım, didiklemek lazım. Ama sevgi hayattaki en önemli şey benim için. Onu didikleyemezsiniz. Sevgi ancak yaşatmak, öğrenerek onu zenginleştirmekle başlar. Düşsel ve içsel bir zenginleştirme... Onu olgunlaştırarak ve onu kullanarak mutlu olursunuz. İşinize de bu başarı yansır. Bu insanları çeker. Biraz felsefeye girdim, değil mi?
 
Karamsarım ama bir o kadar da iyimser
Gelecekle ilgili herkes gibi çok karamsarım ama sözün bittiği yerde olduğumuzu biliyorum. Çünkü ne kadar şikayet etsek durum alenen ortada. Bunun hiçbir yararı yok bize. Aksiyona geçmek, daha fazla sivil toplum örgütlerinin çabalarının olması, daha fazla insanların bu kaybı kazanca dönüştürmek için yakınındaki insanları olumlu yönde bilgilendirmesi, onlara moral vermesi/teşvik etmesi, “Oğlum ne olacak bu halimiz. Haydi, sen de git yurtdışına!’’ değil, “Bu halimiz değişmeli, bunları görüyorsun. Böyle olmamamız lazım. Bizim gibi insanların çoğalması lazım” diye düşünülmesi gerekiyor. Bir kişi bile büyük bir kazançtır. Bir olur üç, beş, yedi... Aynı bir tohum gibi çoğalır. Şunu göstermek lazım; karamsarlığım herkes gibi var ama bir o kadar iyimserim. Çünkü hiç bu kadar dibe vurmadı bu ülke. Yani yaşadığım süre boyunca Türkiye’yi ilk defa böyle görüyorum. Son derece karamsar bir düşüş içine girdik. Ve dibe doğru gidiyoruz ve vuracağız. Onu kesinlikle görüyorum herkes gibi. Ama bunun yine de pozitif tarafları olacak gelecek için.
 
O kadar da yılmamak lazım
Çünkü bugüne kadar ‘din’ tüm partilerin, tüm yönetimlerin kullandıkları bir araç olarak birike birike geldi. Ve zirve yaptı. İktidar oldu. O iktidarın yaptıklarını da biz artık gördük. Eskiden ‘’Belki...’’ diyorduk, konuşuyorduk, tereddüt ediyorduk. Şimdi görüyoruz. Bundan sonrası  bunu suistimal edenler için zirve yapacaktır.  Ama şu bir daha kolay kolay prim yapmayacak. Düşüşten sonra çıkıldığı zaman kimse bu numaraları artık yutmayacak. Ama bu ciddi bir süreç. Parlak bir süreç de değil ama olması gereken bir süreç bekliyor bizi. Dediğim gibi bu çabayla olacak bir şey. Herkes çaba göstermek zorunda. Sadece yemek, içmek, kendi mesleğini yapmak değil; ‘’Topluma nasıl katkıda bulunabilirim?’’in hep güncelde kalması lazım. Çünkü dünyanın her yerinde var vahşet. Her yerinde var! Kötüye gidiyor ama hayat hep böyle. Şimdi sadece biraz daha kötü bir dönem yaşıyoruz. Belki yirmi-otuz sene böyle gidecek sonra yine çıkacak. O kadar da yılmamak lazım. Başka çaremiz var mı? Yok, değil mi?
 
Köy Enstitüleri’ni yaşatamadık
Esgundem26: Klasik müzik toplumda elit bir müzik türü olarak görülüyor. Bu algı değişmez mi?
Sakpınar: Bilirim, çok yanlış bu düşünce. Ben insanlara klasik müziği sevdirmek için çaba göstermiyorum. Birincisi buna inanmak lazım. Bu başka bir kültür ama evrensel bir kültür. Avrupa Rönesans’ı yaşadı, bir aydınlanma dönemi yaşadı. Biz bunu yaşamadık. Atatürk sayesinde çok kısa sürede bir devrim yaşadık. ‘’Bunlar olacak’’ dendi ve bunları özümsemeye çalıştık ve maalesef bir türlü özümseyemedik. Çünkü eğitim düzeyimiz yeterli değildi. Hakikaten çok kötü kullandı politikacılar. Köy Enstitüleri’ni yaşatamadık. Benim babam Adanalı bir tüccarın oğlu. Köy Enstitüsü’nü keşfediyor, evlatlıktan reddedilmeyi göze alarak Adana’dan kaçıyor. (Odasındaki tek fotoğrafı gösteriyor.’’İşte bunlar Köy Enstitüleri.’’ Bir okul önündeki çocukların olduğu fotoğrafı işaret ediyor.) Babam diyor ki ‘’Ben gideceğim Güzel Sanatlar’da okuyacağım, tüccar olmak istemiyorum.’’. Annesi çok tatlı, babaannemiz: ‘’Oğlum, seni gönlün nereye götürüyorsa oraya git’’ diyor. İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi imtihanına giriyor, üç gün bir kavunu yiyerek yaşadığını hatırlıyor. Çok az parası var. Boş zamanlarında garsonluk yapıyor. Bunlar cumhuriyet döneminde yaşanan gerçek sıkıntılar. İmkan yok, para yok. Ve bu kültür yeni yeşermeye başlıyor bizde. Operaya da çok meraklı. Hayatında ilk defa Köy Enstitüsü’nde o kara kömür plakları dinliyor. Maria Callas’ı* dinliyor. Hiç bildiği bir kültür değil ama bir şey cezbediyor onu. ‘’Bu nasıl bir kadın sesi?’’ diyor, bağıran bir kadın ama bir uyum var. Nedir diye merak ediyor. Kitap okuyor. Öğrendikçe insan heyecanlanıyor.
 
Bir kişi sülalemizin müzisyen olmasına vesile oldu
Bunu örnek vermemin sebebi; burada(Köy Enstitüleri’nde) yetişmiş bir talebe bizim bütün sülalemizin müzisyen olmasına vesile oldu. Sadece bir kişiden oldu. Bir adımla başladı her şey. Elbette böyle yayılabilseydi bugün sorduğunuz soru sorulmazdı. İnsanlar bilmiş, anlamış, tanımış, fikir sahibi olmuş olacaktı. En azından ‘’Ben sevmiyorum.’’ diyecekti veya ‘’Ben şunu seviyorum.’’ diyecekti. ‘’Klasik müzik dinlemek elitizmdir.’’ demeyecekti, ‘’Bu evrensel bir müziktir.’’diyecekti, bu bilgiye sahip olacaktı. Çok zor. Ben on dört sene eğitim gördüm, sadece teorik eğitim. Normal bir üniversitey dört sene gidiyorsun. ‘’Bu ne eğitimi?’’ diyeceksiniz, ‘’Sopa sallamanın...’’ Ben de onu merak ettim. ‘’Ne yapıyor bu adam? Kimse bakmıyor bile, önlerine bakıyorlar müzisyenler...’’ Babam, annem ‘’ Oğlum, sus! Çok ayıp, müzisyen çocuğusun’’ derlerdi. Anlattılar bana. Operaya götürmeye başladılar. Küçük yaşlarda kulislere, provalara soktular. Anladım ki korkunç bir hazırlık dönemi  var. ‘’Bu gavur müziği, bizim müziğimiz değil!’’ denip geçilen şeyin altında neler olduğunu görünce bırak sevmeyi, ilgiden oraya yöneldim. Bir şeyi merak ettiğiniz zaman daima sevecek bir şey buluyorsunuz. Dehaların ürünü var ortada, bir derinliği olan bir şey bu. Dört yaşında beste yapmış bir Mozart var. ‘’Bütün bunlar bizim toplumumuzda nasıl yumuşak bir geçişle tanıtılır?’’ sorusunu yanıtladık. Küçük yaşta...
 
Nasıl anlatacağınız çok önemli
Buraya giriyor biraz ‘Senfoni Orkestrası’. Türk müziğinde herkes aynı şeyi çalıyor, teksesli müzik deniyor. Çoksesli müzik nasıl? Piyanoyu düşün;  basıyorsun aynı anda beş tane ses, armoni dediğimiz bir uyumla çıkıyor. Bunun teorisi var. Bunları biraz anlatınca çocuklar da merak ediyorlar. Çocukların gelip görmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Bunun dışında ben köylere çok gittim. Şöyle bir laf var ya ‘’Batman Batman olalı böyle eziyet görmedi.’’diye.  Sen şimdi git oraya, Mahler’in 5. Senfonisi’ni** çal! Benim bile anlamakta zorlandığım bir eserdir o. Burada yaklaşımımızın çok önemli olduğunu belirtmek istiyorum. Gittiğin zaman bir köye ne seçeceğini çok iyi düşünmüş olman lazım. İnsanlara nasıl anlatacağını bu müziğin ne olduğunu, nasıl temas kurduracağını düşünmüş olman lazım. Önce insanların anlamasını sağlamak, en basit şekliyle ne olduğunu göstermek, bizim yerel seslerimizin içinde olduğu belki biraz Mozart’tan Türk Marşı;*** insanlara bilgi vererek, neden Türk Marşı dediğini anlatarak göstermek lazım. Bunları anlatınca ilgi çeker. Biraz bilgi verip biraz müzik sunmak gerekiyor.

Anne karnındayken müzik dinletmeye başlayın
Esgundem26: Şu sıralar çok yapılan bir şey var; anne karnında bebeğe klasik müzik dinletmek. Gerçekten etkili oluyor mu?
Sakpınar: Ben öyle yaptım. İlk çocuğum; Dilara. Yüzde yüz bu yüzden müzisyen olduğunu biliyorum. Erik Satie**** diye bir besteci vardır. Çok güzel bir valsi var onun; çok hafif çok sevdiğim bir valsi. Aklıma geldikçe kaseti yakına getirip çalıyordum annesi kızıma hamileyken. Sonra unuttum. Altı aylıkken bir gün oynuyordu kızım, birden aklıma bu vals geldi. Kasedi koydum. Onu izliyorum. Müzik başladı, bir anda durdu. Hemen döndü ve ilk defa ayağa kalktı, kasede doğru gitti. Her zaman müzik koyuyordum ama böyle bir tepki göstermedi hiçbir müziğe. Ben bunu hiçbir zaman unutmam. Şimdi en sevdiği parçadır o. Hep çalar. Çok etkisi var yani.
 
Senfoni Orkestrası’nın dinletilerini buradan takip edebilirsiniz;
http://senfoni.eskisehir.bel.tr/
* Maria Callas- Ave Maria https://www.youtube.com/watch?v=l5cF5GGqVWo
**Gustav Mahler- V. Senfoni  https://www.youtube.com/watch?v=E9D1svZ9Y0s
***Mozart-Türk Marşı  https://www.youtube.com/watch?v=rrk-zuuc77U
**** Eric Satie- Je Te Veux https://www.youtube.com/watch?v=wbT9DeULzU4
 
 
 
 
 
 
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.