İbrahim Arslan, şehitlerimizin ardından duygu yüklü bir yazı kaleme aldı.
Daha yirmili yaşlarımızdaydık…
Kimimiz erkek, kimimiz kadın, kimimiz evli, kimimiz bekârdık.
Çorumlu, Diyarbakırlı, Ordulu, Urfalı, Ispartalı, Ankaralıydık…
Kimimiz Türk, kimimiz Kürt’tük. Arkamızdan ağıtlar yakıldı, Türkçe, Kürtçe…
Kimimizin dilinde;” Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar, kimimizin dilinde “ Çarşambayı sel aldı” türküsü…
Kimimiz Sünni, kimimiz Aleviydik…
Kimimizi Camiden, kimimizi Cem evinden sonsuzluğa uğurladınız.
Tıpkı Çanakkale’de, İzmir’de, İnönü’de, Kocatepe’de, Antep’te, Urfa’da, Sakarya’da, Kurtuluş savaşında olduğu gibi…
Kimimiz Es Esli, kimimiz Kara Kartallı, Sarı Kanaryalı ya da Cimbomluyduk....
Ülkemizle ilgili fikrimizde vardı bizim. Onun için kimimiz solcu, kimimiz sağcıydık…
Hayallerimiz de vardı bizim. Kimimiz evlenecektik, kimimizin çocukları olacaktı.
Daha doğacak çocuğumuzu koklayacaktık…
Çoğumuz yoksulduk…
Çocukluğunu dahi yaşayamayanlar vardı aramızda. Kimimizin ellerine bir kadın eli değmemişti henüz, bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha…
Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirmişti aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla geçerken caddelerinden, bizler mumum ışığında bitirmiştik kitaplarımızı...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat; şakırdayan bir cadde gibi akardı gözbebeklerimizden…
Özenle yarına sakladığımız, bir sarı lira gibiydi ömrümüz… Vakti gelip de sandıktan çıkardığımızda tedavülden kalkan…
Bizi öldürenler, utanmadılar insanlıklarından…
Bakmadılar kardeşliğimize, insan ve kültürel zenginliğimize…
Hepimizi parçaladılar, öldürdüler ayrımsız…
Ve bizler… Geride, arkada kalanlar…
Tıpkı sizden önce yitirdiklerimizin ardından yaptığımız gibi, yine törenler yaptık ardınızdan. Size kıyanları lanetledik, Kahrolsunlar dedik! Unutmayacağız, hesabını soracağız dedik!
Ama; anaların yüreğine düşen kor alevleri söndüremedik.
Ağlayanların sesini duyuramadık mısralarda… Ellerimizle dokunamadık gözyaşlarına! Bilemedik kelimelerin bu kadar kifayetsiz kalacağını, bu derde düşmeden önce…
“ Hayat nedir? Nedir ki anne; Bir oyun, bir masal değil mi? Bak, kırıldı oyuncaklarım Ömrüm gitti, sevdam bitti! Bunca yıldır gözyaşlarını, hangi denizlere sakladın?
Oy ben öleyim! Sen beni ne diye doğurdun anne? “ Diyen oğulların, kızların sevdalarını yaşatamadık, anaların gözyaşlarına engel olamadık…
“Çok şükür, çok şükür bugünü de gördüm. Ölsem de gam yemem gayrının, mutluluğun resmini yaptıramadık” üstatlara!
Gece ve kar; acı türküsünü mırıldanırken; kavuşulmamayı anlatan, umutsuz ve çaresizce ellerin sallanmasına, ağıtların yakılmasına engel olamadık…
Yine sabah oluyor…
İçimizde aydınlanmamış karanlığın ürpertisi. Kapılar kapalı, perdeler örtük.
Bir yüzümüz ayrılığa, bir yüzümüz aydınlığa ve hayata dönük.
Göğsümüz daralıyor, yüreğimiz kanıyor.
Bugünde ölmedim anne! Diyen çocuklarımızın sesleri, yankılanıyor kulaklarımızda!
Ve bize kalan: acı, hüzün ve keder…
Kimimiz erkek, kimimiz kadın, kimimiz evli, kimimiz bekârdık.
Çorumlu, Diyarbakırlı, Ordulu, Urfalı, Ispartalı, Ankaralıydık…
Kimimiz Türk, kimimiz Kürt’tük. Arkamızdan ağıtlar yakıldı, Türkçe, Kürtçe…
Kimimizin dilinde;” Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar, kimimizin dilinde “ Çarşambayı sel aldı” türküsü…
Kimimiz Sünni, kimimiz Aleviydik…
Kimimizi Camiden, kimimizi Cem evinden sonsuzluğa uğurladınız.
Tıpkı Çanakkale’de, İzmir’de, İnönü’de, Kocatepe’de, Antep’te, Urfa’da, Sakarya’da, Kurtuluş savaşında olduğu gibi…
Kimimiz Es Esli, kimimiz Kara Kartallı, Sarı Kanaryalı ya da Cimbomluyduk....
Ülkemizle ilgili fikrimizde vardı bizim. Onun için kimimiz solcu, kimimiz sağcıydık…
Hayallerimiz de vardı bizim. Kimimiz evlenecektik, kimimizin çocukları olacaktı.
Daha doğacak çocuğumuzu koklayacaktık…
Çoğumuz yoksulduk…
Çocukluğunu dahi yaşayamayanlar vardı aramızda. Kimimizin ellerine bir kadın eli değmemişti henüz, bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha…
Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirmişti aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla geçerken caddelerinden, bizler mumum ışığında bitirmiştik kitaplarımızı...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat; şakırdayan bir cadde gibi akardı gözbebeklerimizden…
Özenle yarına sakladığımız, bir sarı lira gibiydi ömrümüz… Vakti gelip de sandıktan çıkardığımızda tedavülden kalkan…
Bizi öldürenler, utanmadılar insanlıklarından…
Bakmadılar kardeşliğimize, insan ve kültürel zenginliğimize…
Hepimizi parçaladılar, öldürdüler ayrımsız…
Ve bizler… Geride, arkada kalanlar…
Tıpkı sizden önce yitirdiklerimizin ardından yaptığımız gibi, yine törenler yaptık ardınızdan. Size kıyanları lanetledik, Kahrolsunlar dedik! Unutmayacağız, hesabını soracağız dedik!
Ama; anaların yüreğine düşen kor alevleri söndüremedik.
Ağlayanların sesini duyuramadık mısralarda… Ellerimizle dokunamadık gözyaşlarına! Bilemedik kelimelerin bu kadar kifayetsiz kalacağını, bu derde düşmeden önce…
“ Hayat nedir? Nedir ki anne; Bir oyun, bir masal değil mi? Bak, kırıldı oyuncaklarım Ömrüm gitti, sevdam bitti! Bunca yıldır gözyaşlarını, hangi denizlere sakladın?
Oy ben öleyim! Sen beni ne diye doğurdun anne? “ Diyen oğulların, kızların sevdalarını yaşatamadık, anaların gözyaşlarına engel olamadık…
“Çok şükür, çok şükür bugünü de gördüm. Ölsem de gam yemem gayrının, mutluluğun resmini yaptıramadık” üstatlara!
Gece ve kar; acı türküsünü mırıldanırken; kavuşulmamayı anlatan, umutsuz ve çaresizce ellerin sallanmasına, ağıtların yakılmasına engel olamadık…
Yine sabah oluyor…
İçimizde aydınlanmamış karanlığın ürpertisi. Kapılar kapalı, perdeler örtük.
Bir yüzümüz ayrılığa, bir yüzümüz aydınlığa ve hayata dönük.
Göğsümüz daralıyor, yüreğimiz kanıyor.
Bugünde ölmedim anne! Diyen çocuklarımızın sesleri, yankılanıyor kulaklarımızda!
Ve bize kalan: acı, hüzün ve keder…