“Hesap verebilirlik”, bir PR çalışması olarak hala ekmeği yenebilir bir slogan olarak karşımızda duruyor.
Adisyona yazılan hesabı, kendin yazdığın düşünüldüğünde,
başkaları tarafından önüne konan hesabı elinin tersiyle itip atacak güç ve kudrette olduğunda,
hesap vermek kişiyi çok da zorlamayacak konfor alanı olarak, her yönetenin kullanması gereken bir şirinlik abidesi…
Hesap verme seremonisi izlerken, Kurt’un “üstü kalsın” demesine rağmen, soru soranların “olur mu efendim bu bizden olsun” şirinliklerini izleyenler, benimle aynı fikirdedirler büyük ihtimal.
Hesap vermenin kudret sahibi kişiler için çok da terletici olmadığı bir kez daha gördük.
Bu nedenle zannediyorum gerçeği bulma, doğruda durma, hesap vermekten çok, hesap sorulabilir olmaktan geçiyor.
Geçtiğimiz haftalar boyunca Eskişehir AK Parti’nin hesap sorulunca nasıl terlediğini hep birlikte izledik.
Hasan Polatkan’ı çorba yapıp, ardından öğrenciler ile menemen sofrasına oturan AK Parti, her ne kadar önüne uzattığımız kallavi adisyonları “sonra veririz” yada “bir kısmını sonra ödesek olmaz mı” dese de, en azından hesap sorabilmenin gururunu kısa bir süre de olsa bizlere yaşattı.
Fakat; hesap sorduklarımızın, yani “öde bakalım” dediklerimizin en azından o hesaba karşılık gelebilecek bir değer üretmeleri gerekiyor.
Göremedik.
Şimdilik hesabı Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kilitlediler.
İnşallah ödenir.
Hasılı, hesap verenlerin de hesap sorduklarımızın da önlerindeki adisyon ile bir alakaları yok.
İş biz de bitiyor o vakit, verilenle mi yetineceğiz, yoksa hakkımız olanı istemek de ısrar mı edeceğiz?