Eski Yunan’da Zeus’un Hephaistios’a emir vererek balçıktan yaptırdığı tanrıçalar kadar eşsiz güzellikteki Pandora’yı Prometheus’un ikizi olan Epimetheus‘a bir kutuyla gönderir.
Zeus, kulağına fısıldadığı Pandora’dan kutuyu açmasını ister. Açılan kutudan mutsuzluk ve kötülük, insanlığa ve dünyaya yayılmış olur.
Pandora’nın açılan kutusundan yayılan mutsuzluk, ateşi çalan Prometheus’tan ve insanoğlundan Zeus’un intikam aldığı anı da rivayet eder.
Unutulmayacak bir yıl olacağı aşikar olan 2020 yılı başlamadan az önce, Aralık ayında Pandora’nın kutusu Çin’de Wuhan şehrinde açılmış ve Covid-19 virüsü vahşi kapitalizmin yağmacı ruhundan türeyerek yayılmaya başlamıştır.
Koca gezegeni bir pazara, insanları da köleye ve tüketiciye dönüştüren bu sistem yüz milyonlarca insanı izole eden, hasta eden ve kitlesel şekilde öldüren küresel salgının ateşleyicisi oldu.
Yığılmış kentlerden, plansız büyümeden, tasfiye edilen tarımdan, santrallere gömülmüş topraktan, zehirlenmiş havadan yayılan Covid-19 virüsü; kelle paça çorbası ve tuzlu gargara ile sağaltılmayacak kadar marazi ve yapısal özelliklere sahiptir.
Meselemiz yarasa çorbası içen Çinliler ile değildir. Bizim esas meselemiz bir dolar yevmiye ile çalıştırılan milyonlarca Çinlinin ucuz cesedi üzerine inşa edilmiş vahşi piyasa sistemidir.
Asıl meselemiz halkın fabrikalarını özelleştirmiş, Uzungöl’ü beton bir bandın içine hapsetmiş, Alpu Ovasını zehirlemek için yemin etmiş, Kanal İstanbul için maskeli ihale şebekesi kurmuş, Şehir Hastanesine müşteri toplamak için Gökmeydan’ın koca hastanesinin kapısına kilit vurmuş zihniyetledir.
Özyeğin Üniversitesi’nden Doç. Dr. Evren BALTA’nın deyimiyle çelikten silah, betondan bina, balondan sağlık üreten piyasa tanrısının kutsal tapınağı yerle yeksan oluyor.
Yaşadığımız çağ, bir tedirginlik çağıdır, belirsizliklerle doludur. Vergisini ödediğimiz, askerliğini yaptığımız, sandık başında yönetimine katıldığımız devlet cihazı; virüsle mücadele seferberliğinde yönelttiği “evde kal” çağrısının içini boş bırakmaktadır. Bu boşluk doğallığında stokçu, istifçi bireysel kurtuluş reçeteleri ve içe dönük savunma biçimleri ile doldurulacaktır.
Bir yıkımın, salgının, felaketin, savaşın her türden zararını karşılayacak iyi işleyen bir sosyal devlet mekanizması kurulmamışsa Türkiye örneğinde görüldüğü üzere “gönüllü karantina” veya “kendi OHAL’ini kendin ilan et” söylemleri havada asılı kalacaktır, kimselere yarar sağlamayacaktır.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın o ilk gece yarısından başlamak üzere duyarlı çıkışı ilgi görmüş ve sempatik bulunmuş olsa da salgının kapsamı, açıklanan verilerin artış hızı, şeffaflığın değil otoriter siyasetin vesayetinin tercih edilmesiyle Bakanlık performansı Cumhurbaşkanlığı makamına yapılan taltif merasimine hızla evrilmiştir.
Yerküreyi çaresiz bırakan, insanlığı duvarların içinde hapseden kahrolası corona mevsiminde onlarca ülkede yüzlerce hayalet şehrin fotoğrafları paylaşılıyor sosyal medya hesaplarında. Sistemi kilitleyen, henüz reset’lemeyen bu kapanma ve kapatılma hali, modern kapitalist ulus devletlerin açmazını ve sınırlarını kendiliğinden çiziverdi. Çünkü piyasaya çalışan, piyasa hukukuna göre beton, rant, ihale ve yandaş sermaye sınıfı üreten hormonlu devlet aygıtları, bu türden bir salvoyu gerçekten Zeus’tan dahi beklemiyordu; doğanın devrimci eleştirisi Pandora’dan çıkmış Pandemi ile sahne alıyordu bu kez.
El ayak çekilmiş puslu bir havada görünmeyen ve beklenmedik bir düşmana karşı cephe savaşı veriliyor dört cihanda.
Hala bizim memlekette cephenin ön safında savaş veren sağlıkçılardan kaçının teste tabi tutulduğu ve sonuçlarının ne olduğu konusunda kamuoyunu rahatlatacak adımlar atılmış, açıklamalar yapılmış değil.
Bu karabasanda kireçli fıçılara batırılmış naaşlar, huzurunda kimsenin son duasını edemeyeceği çaresizlikte anonim mezarlıklara defnediliyor.
Can sıkıntısı ve parasızlıkla evlere kadar çekilmiş olduğumuz bu cephede, gözümüz ekranlarda, ellerimiz sabunlu suda, maske takmış yüzümüzle kaçınılmaz ve ötekileşmiş bir tecridin içine düştük.
Öksürdüğümüzde, hapşırdığımızda, ateşimiz yükseldiğinde her birimiz “viral öteki” oluyoruz. Daha dün Ankara Keçiören’de 80 yaşındaki Ali İhsan YAVAŞÇA, bu kışkırtılmış histeri içerisinde “öteki” ve sakıncalı görülmüş, lümpence bir saldırıya maruz kalmıştı.
Zembereğinden boşanmış haldeki Covid-19 adlı ölüm sayacını takip etmek çok güç. İtalya ve Çin ile kıyaslanan ve araya Güney Kore’den eklenen sayı, tablo ve grafiklere yetişmek de öyle.
Kendimizi kapattığımız evlerde komik, eğlenceli videoları sosyal ağlarımızda paylaşıyoruz; ağlanacak halimizden çaresiz bir mizah çıkıyor ve keyifli tecrit saatleri de yaşıyoruz ara sıra.
Evde kalma konusunda gönüllü olsa da karantinasını ilan edemeyen ve mecburen işe gitmesi gereken milyonlarca çalışanın salgını körükleyen mesaisine karşı hükümet iktisadi bir güvenceden çok sabır, dua ve kolonya içeren boş bir paket pazarlıyor.
Savaş çıkartan, silah stoklarını eriten, halkları birbirine kırdıran, tüketim ideolojisini yücelten, emeği köleleştiren berbat dünya düzeni er geç zorunlu karantinaya alınacak. Çünkü dünyayı kasıp kavuran sadece Covid-19’lar değil.
Berlin Duvarını yıkan, Sovyetleri çökerten, Yugoslavya’yı parçalayan, Suriye’yi, Afganistan’ı, Libya’yı, Yemen’i enkaza çeviren Yeni Dünya Düzeni, en hafif deyimiyle emperyalist bir salgındır. Yaşadığımız felaketleri kendi bataklığında üretmektedir; doğayı ve insanı öğütmektedir, miadı çoktan dolmuştur. Buzulların erimesine yol açacak kadar doğaya savaş ilan etmiş kar hırsı ve savaş sanayisi, insanlık tarihinin en yıkıcı illetleri arasında ilk sıradadır.
Salgından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını vaz eden söylemler şimdilik hamasidir. Çünkü insanlığın kaderini ve bizden sonraki kuşakların geleceğini virüsler değil, toplumsal mücadeleler belirleyecektir. Yerkürenin her köşesine çivi çakmış kurulu kara düzen kötü huylu’dur ve huylu da huyundan kolayca vazgeçmeyecektir.
Büyük İnsanlık ailesi, çalışan ve üreten toplumsal kesimler sosyal demokratik bir cumhuriyet istemedikçe; kamunun yeniden inşası, parasız eğitim, parasız sağlık, eşit yurttaşlık talebini öne çıkarmadıkça yaşadığımız şu gök kubbede yalnızca virüslerin adı değişecektir, salgınların arkası kesilmeyecektir.
Testi yaygınlaştırmayan, evinden işine gitmesi zorunlu milyonlarca insana ekonomik ve sosyal güvence sunmayan, vakaların seyrini ve sayısını saydamlıkla açıklamayan, tepkisini ifade eden kamyon şoförünü İskenderun’da zapturapt altına alan, gerçekleri ifade eden tabipler hakkında soruşturma başlatan, test kitlerini dolarla alan ve dolarla satan türedi zenginlerin sırtını sıvazlayan bu kriz karşısında iki yol kalmıştır:
Birincisi; kısa vadeli çıkarının peşinde koşan, bir başına ve kendi hanesi adına yaşadığı korkuyla market raflarını boşaltarak tuvalet kağıdı, sirke, kolonya, makarna, maske ve eldiven istiflemek..
İkinci ve uzun vadeli çıkarımız ise; sağlıklı bir geleceği inşa etmek için virüse ve vahşi kapitalizme karşı ortak mücadele vermek, toplumsal dayanışmayı yükseltmek.
Beraber yürünecek ikinci yolda, kuşkusuz haksız sayılmayacak bir korku ve tedirginlikle rafları boşaltmak yerine yurttaşlık statüsünün içini doldurmuş oluruz.
Soluk verdiğimiz, soluk aldığımız cumhuriyet kavramı da şahıslara şükran duyan “Murat SANCAK’ların değil “kimsesizlerin kimsesi” bir sosyal cumhuriyete dönüşmüş olur.
İngilizlerin İstanbul’u işgali üzerine Nazım Hikmet’in mürekkebinden şu dizeler damlar:
- Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
Vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
Bir de İttihatçılar,
Bir de uzun konçlu Alman çizmesi
914'ten 18'e kadar
Yedi bitirdi bizi…-
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın şiarından alıntılayarak bitirelim; “Salgına karşı mücadelede tek kozumuz var; o da yakalanmamak”.
Yakalanmayalım elbet, Bakanın çağrısı iyiniyetli ve safiyane, yine de rasyonel ve bilimsel değil. Yukarıdaki repliği küçük bir düzeltme ile tamamlayalım; “salgına karşı mücadelede tek kozumuz var; İnsan olmaktan, yurttaş olmaktan ve şimdilerde hasta yurttaşlar olmaktan doğmuş haklarımızı talep etmek ve insanca yaşam için mücadele vermek.”