Kazananlar, neden kazandıklarını, niçin kazandıklarını anlatmak ve anlamlandırmak konusunda her zaman mahir olmuşlardır. Kazandıklarından mütevellit ağızlarından çıkan her sözün, anlamlı kılınması gibi bir durumda var ayrıca.
Bir başarı hikâyesi ile kazananların zaferi taçlandırılabilir pekâlâ veya bir üstün özveri hikayesi ile süslenebilir. Nitekim; en kolayı da bu. Kazanların, nasıl kazandığını anlatmak için kullanılacak birkaç ezber söz bile, çorbada tuzunun bulunduğunun iç rahatlığını sağlayabiliyor.
Bu nedenle, bir sonraki yarışın başlama çizgisine gelinceye kadar, envai çeşit zafer hikâyelerini, değişik ağız ve kalemlerden dinlemek, okumak toplumsal bir ritüelimizdir bizim.
Dinleyeceğiz.
Mesela, “şöyle yapsaydı daha fazla oy alırdı” diyenlerden tutun da, “Ben demiştim bak böyle yaptı da oylarını nasıl arttırdı” diyene, en basit bir zaferi, yere göğe sığdıramayanlara kadar herkesin ama herkesin, zaferi anlamlandırma çabasına ciddi katkı sunması söz konusu.
Oysa ki; kaybedenlerin boynu büküktür.
Sorgulanması durumunda sorgulayana buluşacak olan bir veba gibidir kayıp. Sorgulayanlar ise, kendisini sorgunun en dışında tutarak başlarlar anlatmaya.
Tek başına girmiş ve tek başına kaybetmişler ordusuna adını yazdırıverir, kaybedenler.
Veya neden kaybettik sorusu ile kaçamak bir randevuda buluşulur. “Elimizden geleni yapmışızdır da” son bulan bir randevu.
Hep kazananların, mağlubiyete hakkını vermemek gibi bir özellikleri oluyor. “En değerli öğretmendir” derler. En şanlı zaferin öğretemediğini öğretendir kayıp, hakkını verirsen şayet. Yüzüne yüzüne en acımasız şekilde çarpar hatalarını.
“Ben kaybetmedim, onlar hile yaptı” dersen ve mağlubiyetin kazandıracağı o yegâne derse sırtını dönersen eyvah!
Zafer ile kaybın kesişen yolları zannediyorum, hak ettikleri anlamı vermemek, verememekten, hak ettikleri şekilde bir hikâyelerinin yazılmamasından geçiyor.