Bir Dost’tan bahsedeceğim size. Bir sadık Dost’tan... Yollarımız 2009’da kesişti. Benim için telaşlı ve bir o kadar da zorlu geçen günlerde, sakin bir limana sığınmak gibiydi. Tanıyordum, izliyordum. Fakat bu kadar candan bir buluşma olacağı aklıma gelmemişti. Bir afişten kocaman bir dostluk oluştu. Yolda gördüğüm bir afiş beni ona götürdü. İçine düştüğüm tiyatro sevdasının bana kazandırdığı en önemli şey olmuştu. O benim için Dost, kardeş, usta, ağabey oldu. Paylaşabilmenin adı oldu. Kısacası o buluşma, birden sıcacık bir aileye dönüştü. Kendisini daha yakından tanıma fırsatı sağladım.
Sözün özü;
Gönlü ile gözlerinin aynı yere baktığı kişidir dost; 2009 yılında yollarımızın kesiştiği yarendir Kazım Sinan Demirer.
Esgündem26’nın bu haftaki konuğu Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sevilen ve başarılı sanatçısı Kazım Sinan Demirer.
Röportaj için bir araya geldiğimizde Sinan Abiyle keyifli dakikalar geçirdik. Anılar tek tek gözümüzün önünden aktı gitti.
Her oyunda ve dizide gösterdiği başarısı ile adından sıklıkla bahsettiren Sinan Demirer, bu sefer de farklı bir oyunla çıktı karşımıza. Memleketimden İnsan Manzaraları. Aşık Veysel’i oynamak ne kadar değerli ise Nazım Hikmet’in bir eserini oynamak da değerli olsa gerek. Bütün bunların konuşulduğu sıcacık, samimi bir röportaj oldu. Çalkantılı ve bir o kadar da değerlerimizden uzaklaştığımız şu günlerde bir ışık olsun bize. İyi okumalar...
Sinan Demirer’i, sen kendi gözünle bize biraz tanıtabilir misin? Bütün herkes seni çok iyi tanıyor ama biz seni, senden dinleyelim…
O zaman karşıya geçmem lazım...(gülüyor) Tanıyan tanıyor… Kim olduğunu hala aramaya ve kim olduğu ile ilgili kendine sorular sormaya çalışan bir insan evladı desek cevabı vermiş oluruz.
‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ çok anlamlı bir proje… Ekim ayında prömiyer yaptı. 1-2-3 Kasım’da da oynayacak. Sen de o ekiptesin. Bu gündemde, bu devirde Nazım Hikmet oynamak… Duygularını alabilir miyim?
Bu ekipte olduğum için çok şanslıyım. Çok güzel ve özel işlerin içinde oldum. Son zamanlarda yaşadığım sanatsal doyumun zirvelerinden biri. Özellikle Nazım Hikmet hayranı biri olarak. Nazım Hikmet’i gerçekten çok fazla sevip, çok fazla yakınında durmaya çalışarak. Memleketimden İnsan Manzaraları, memleketimden her şeyin manzarası… Yönetmen manzaraları, oyuncu manzaraları, şehir manzaraları, şehir tiyatrosu manzaraları… Böyle bir oyunun ve Nazım Hikmet gibi muazzam usta bir yazarın ve şairin oyununu oynayabilmenin cüreti ve cesareti gösteren bir şehir tiyatrosu ve belediye manzaraları… Bu manzara çok geniş. Sadece insan manzaraları diye kısıtlamamak gerekir. Usta öyle yazmış ama içinde çok şeyi barındıran, sadece insan değil birçok yaşam alanına dokunan, kalbe, vicdana, akla, merhamete, umuda dokunan şahane bir derleme.
“Şiir okumak başka bir şeydir, şiiri oynamak çok daha başka bir şeydir…”
Yunus Emre Bozdoğan’ı da burada büyük bir sevgi ile anmak istiyorum. Nazım Hikmet’in ‘Memleketimden İnsan Manzaralarını’ defalarca okumuş oyuncular olarak, bazı bölümler için ‘acaba bu bölüm var mıydı’ diye düşündüğümüz anlar oldu. Eminim seyirci de böyle düşünüyordur. O yüzden yönetmenin buradaki seçki tercihleri beni ve bütün oyuncuları çok etkiledi. Bir Nazım Hikmet algısının dışına çıkma söz konusu. Burada farklı bir sahneleyiş ve başka bir duruş var. Memlekete karşı bir sesleniş. Özellikle son zamanlarda içinde bulunduğumuz siyasal konjonktür artık her yeri kaplamış durumda. Böyle bir dönemde Nazım Hikmet’in oynanması bizim ve memleket için çok kıymetli. Gerçekten Nazım Hikmet oynuyor olduğumuz için, onu seslendirdiğimiz için ben ve bütün oyuncu arkadaşlarımız çok mutluyuz. Nazım Hikmet’i veya herhangi başka bir yüce şairi seslendirmeye çalışmak bir oyuncunun sınırlarını zorlayan bir şeydir. Şiir okumak başka bir şeydir, şiiri oynamak çok daha başka bir şeydir.
Biraz da prova sürecinden bahsedelim. Yunus Emre Bozdoğan kafasında bir düşünce ile geldi buraya. Nazım Hikmet zaten derya deniz. Sizin bir katkınız oldu mu? Sahnede neler yaşandı?
Bir yönetmen geldiği zaman kafasında net bir proje ile gelir. Ama Yunus Emre Bozdoğan’ı diğer yönetmenlerden ayıran şey, prova başladıktan sonra oyuncu ile beraber onu kendi kurguladığı şeye dönüştürmesi. Yani olabildiğince yumuşak, olabildiğince oyuncunun da sahiplenebileceği bir duruma getirme çabası. Gerginlikten uzak, yönetmen egosundan uzak, ‘ben böyle kurmuştum’ durumundan öte ikna edici, çaba sarf edici, sabırlı davranışı bizi de oyunun içine aldı. Benim Yunus Emre Bozdoğan ile ikinci çalışmam. ‘Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü’nde de beraber çalışmıştık. Oradan da tanışıklığım var. Ama burada başka bir şey denedi. Benim hiç beklemediğim. Biz , ‘Nazım Hikmet oynuyoruz’ diye artistlik yapacağız sanıyorduk ama hiç de öyle artistlik yapacağımız bir durum yoktu. Yerlerde de süründük, şekilden şekle de girdik… Prova süreci zor geçti.. Zor ama ikna edici, oyuncuyu mutlu eden bir iş çıktı.
Bu kurumun ilk oyuncularından birisin. Bu kurumu çok iyi tanıyan, Genel Sanat Yönetmenliği yapan birisi olarak Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları senin için ne ifade ediyor? Sende ki yeri nedir?
Sıcacık bir yuvadır. Şöminesi, sobası olmasa bile kapısından içeri girdiğinde her türlü zorluğuna rağmen güzelliklerini de yücelttiğin ve sevdiğin bir yuva nasılsa Eskişehir Şehir Tiyatrosu da benim için öyle sıcacık bir yuvadır. Özellikle Şehir Tiyatrosuna girmeden önce dışarıda çalışmış birisi olarak evinden dışarı çıktığın zaman evinin kıymetini nasıl biraz daha farklı görüyorsan, burası da benim için öyledir.
Bu sıcacık yuva içerisinde birden fazla oyun oynadın. Dost çok farklıydı. Farklı bir Sinan Demirer gördük. Aşık Veysel’i hissettik. Dost projesinden bahsedelim… Hem yazdın hem oynadın.
Orada Tulga Serim’in katkısını da unutmamak lazım. Kalbinizdeki, kafanızdaki duruyordur da birinin böyle ‘hadi birader’ demesi lazım… Tulga Serim’in önerisi ile meydana gelmiş, benim de gerçekten hayatımda muazzam bir yeri olan, beni çok başka yerlere taşımış ve götürmüş, konuşurken duygulandığım ve böyle özümü coşturan bir oyundur. Oyunda değildir aslında. Bir tiyatro oyunu olmaktan başka bir şeydir o. Çünkü tiyatro oyununun belli bir kalıbı, belli bir ambiyansı vardır. Ama burada başka bir şey var. Tiyatro dışı, zaman dışı bir şey varmış gibi. Oyuncu olarak Aşık Baba’yı oynarken muazzam şeyler hissediyordum. Bu tabi ki Aşık Veysel’den kaynaklanıyor. Onun yüce ruhundan kaynaklanıyor. Böyle bir ozanı, herkesin çok iyi tanıdığı ve bildiği birini çıkıp tiyatroda oynamak yürek ister. Çok şükür ki o yürekte biz de varmış.
Aşık Veysel bir dehadır. Okuma yazma bilmeyen bir adamın yazdığı şiirler, yazdığı türküler… Bunlar bir deha ürünüdür. Bir dehayı oynamak ya da oynamaya çalışmak oyunculuk kalibresi açısından çok önemlidir. Bir oyuncu daha ne ister ki. Çünkü Aşık Veysel bana yarenlik etti. Onun yüce ruhuna sığınıp böyle şahane şeyler yaşadım. Çok zordu ama çok güzeldi.
İstanbul Galata’da zifiri karanlıkta Dost’u oynadın. Ondan biraz bahsedebilir misin?
Zifiri karanlıkta olması hem beni hem oyunu da başka bir yere götürdü. Kör Fotoğrafçılar Derneği diye bir kurum var. Zifiri karanlıkta dans ediliyor, şarkılar söyleniyor… Sevgili arkadaşım Devrim Özder Akın, orayla iletişim kurmuş. Demişler ki; ‘Karanlıkta bundan daha iyi bir proje olamaz. Görmeyen Aşık Veysel ve zifiri karanlıkta oynanacak.’ İyi tamam da kim oynayacak zifiri karanlıkta. Gözlerinizi kapattığınız da en azından bir ışık algısı var. Orada ise hiç ışık yok. Seyirci de görmüyor, ben de hiçbir şey görmüyorum. Salonun içerisinde sazı bir yere bırakıp dolaşıyorum. İnanılmaz bir şeydi… Çok zordu. Ama kendinizi bıraktığınız zaman hayata, dostluğa, arkadaşlığa ruhunuz alıp götürüyor. Bu inanılmaz bir deneyimdi benim için. Dinleyici için de… Gece görüş kamerasıyla çekilmiş birkaç sahne var ki olağanüstü. Aşık Veysel’in öldüğü, benim öldüğüm sahnede kadın bir izleyicinin elimi bir tutuşu var. Ölüme giden Aşık Veysel’in elini tutuyor. Yüzünü görmeniz gerekirdi, dehşet verici. Hala tüylerim diken diken olur.
‘Dost’u, Eskişehirliler olarak tekrar görmek istiyoruz. Eskişehir bir öğrenci kenti ve bu kentte yeni gelen öğrencilerinde bu oyunu mutlaka izlemesi gerekiyor diye düşünüyorum…
Memnuniyetle… Yeni gelenlere izin vermiyorlar ki. (gülüyor) On kere izleyen bir daha izliyor. Sekiz sene olmuş ve hala bu oyunu izlemek isteyenler var. Büyük bir minnet duyuyorum. Hem Aşık Veysel’e, hem de bu oyuna ilgi gösterenlere.
Dizilerde rol alıyorsun. Dizi sektörü çok farklı, tiyatro gibi değil. En son ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ dizisinde gördük. Biz de Eskişehirliler olarak seni orada görmekten çok gurur duyduk. Nasıl bir süreç geçirdin?
Sıcak yuva sadece Şehir Tiyatrosu değil, sıcak yuva aynı zamanda Eskişehir. Orada yaptığım işlerin, orada kazandığım başarıların burada kıymet görmesi, ‘bizim çocuk’ denilmesi çok duygulandıran bir şey. Burada gazeteci Cihan’ı da (Anadolu Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Cihan Yıldırım) anmak istiyorum. Reaksiyon diye bir dizide Erdal Beşikçioğlu ile birlikte oynamıştım. Orada ‘aslan parçası’ diye bir şey vardı. Cihan gazeteye çok güzel bir başlık atmıştı. ‘O Aslan Parçası Eskişehirli’ diye. Onu hiç unutmuyorum. İstanbul’daki yaşam ile buradaki yaşam arasındaki fark çok belli. Ne mutlu ki İstanbul’da da çok fazla sevenimiz var. Ama buradaki içtenlik ve gönül bağı çok başka. Oradaki yaptığım işlere buradan bakan insanlar olduğu için çok mutlu oluyorum.
Var mı yeni bir proje?
Var ama ben biraz dinlenmek istiyorum. Çok yoruldum, çok yol yaptım. İnsanlar Kadıköy’den, Beşiktaş’tan sete giderken ben Eskişehir’den sete gidiyordum. Ailem var. Eşim var, çocuğum var. Onlarla çok az zaman geçirdiğimi fark ettim. Bir yere gelmenin de rahatlığıyla affınıza sığınarak söylüyorum bunu. 4 yaşında oğlum okula başladı, okula gidişini görmek ve izlemek istiyorum. Setlerde, yollarda olmak yerine onun yanında olmayı, karımın yanında olmayı, yuvamda olmayı istiyorum. Geçtiğimiz Mart, Nisan gibi diziden ayrıldıktan sonra teklifler oldu. Hiç tereddüt etmeden, ‘teşekkürler, ben biraz dinlenmek istiyorum’ dedim. Dizi, sinema tekrar gelebilir ama oğlumun o günleri, o saatleri, o saniyeleri geri gelmez.
Hapishanede Aziz Nesin’in ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ adlı oyununu yönettin. Hem tiyatro eğitimi verdin, hem oyun çıkardın… Bu süreci anlatır mısın?
Mete Ayhan bana gelip, ‘Açık Cezaevi’nde mahkûmlara ders verir misin?’ dedi. Ben de, ‘evet’ dedim. Hiç tereddüt etmedim. İki sene boyunca ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ oyununu ve bir de ‘Rumuz Goncagül’ oyununu çıkardık. İlk başta aslında ders olarak başladık. Bu arada eşim Gamze’de yanımdaydı. O da çok fazla mesai harcadı, uğraştı, ezber tuttu. Aslında ders vermeye gitmiştik ama baktık ki o kadar yetenekli adamlar var ki. Müthiş yetenekli insanlar. Yener Büyükerşen, Haldun Dormen, Şehir Tiyatroları’nın bütün sanatçıları temsile geldiler. Ayakta alkışladılar. Öyle başladık, okurken okurken ‘hadi bir sahneye çıkalım’, ‘hadi bir deneyelim’ derken oyuna dönüştü. Cezaevi Müdür Yardımcısı Celalettin Bey’in de çok yardımı oldu. 30,35’e yakın oyuncu ile ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı oynadık. Okuma yazma bilmeyenler vardı, hiç daha önce tiyatro izlememiş olanlar vardı. Ama onlarla riskli olmasına rağmen çok güzel günler geçirdik. Sanat serüvenimde çok farklı bir yeri vardır.
Son olarak Eskişehirlilere söylemek istediğin bir şey var mı?
Bize kıymet veren herkesle görüşmektir asıl olan. Laf, söz, gönül bunu söyler. Esgündem 26 ile tanışmış oldum. Memleketimizin en güzel şehirlerinden birinde en güzel insanlarıyla beraber sanat yapmak, tiyatro yapmaktan ve söyleşmekten aldığım zevki bildirerek bütün sanatseverlere ve Şehir Tiyatrosuna gelen, adım atan, atmayan bütün hemşerilere sonsuz sevgiler ve saygılar.