Erdal Akyazı, anaysa değişikliğinin kabul edilmesi durumunda iş ve emek yaşamında yaşanacak değişiklikleri yazdı…
Erdal Akyazı'nın "ÖNERİLEN SİSTEM VE İŞÇİLER" başlıklı yazısı:
16 Nisan’da oylanacak olan başkanlık sistemi toplumun her kesimi için elbette ki farklı sonuçlar doğuracaktır. Bu yazımız da Sayın Cumhurbaşkanı ve onun rüzgarına kapılanların halkımızın oyuna sundukları “Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin” biz işçilere ne getirip, ne götüreceğini irdeleyeceğiz.
Bunun analizini etraflıca yapabilmek için işçi sınıfının hak arama mücadelesinin tarihine bakmak lazım. Yani işçi sınıfı hangi siyasal ve sosyolojik düzlemlerde kendini güçlü hissetmiş, hak ve menfaatlerini almış ve geliştirebilmiş ortaya koymalıyız.
Dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfının kazanımları 19. yüzyıldan bu yana yeryüzünde Cumhuriyetlerin kurulması ile başlamış. Bu cumhuriyet sistemlerin giderek demokratikleşmesi ve halkın yönetime katılımının arttığı düzlemlerde bir sosyal tabaka olarak işçilerin ve emekçi sınıfların hak arama mücadelesinin geliştiğini ve olgunlaştığını görürüz.
Demokrasilerde bütün toplum katmanlarının yönetime etkisi iki şekilde gerçekleşir. Bunlardan ilki bir demokrasinin vazgeçilmezi olan siyasi partiler de etkinlik sağlayarak, serbest seçimlerle oluşacak olan meclise o toplum tabakasına daha yakın kafa yapısına sahip insanların meclise girmesini sağlamaktır. İkincisi ise bir demokrasinin yine vazgeçilmez ilkesi olan “toplanma ve yürüyüş hakları” kullanılarak yapılan gösterilerle iktidar erki üzerinde baskı oluşturarak yönetenleri karar alma süreçlerinde etkileyerek gerçekleşir. Yani demokrasi hele de katılımcı demokrasi işçi sınıfı için ekmek kadar su kadar ihtiyaçtır.
Türkiye de işçi sınıfı 1963 Anayasası ile büyük gelişim göstermiş, ama 12 Eylül diktası ve Anayasası bu siyasi ve hukuki kazanımların büyük bir kısmını ortadan kaldırmıştır. Bu değişiklikle işçi sınıfı ve onun kurumları olan sendikaları o kadar kötü yönde etkilenmiştir ki hala kendilerini toparlayabilmiş değiller. Yani ne kadar siyasi ve hukuki hak o kadar ekmek noktasıdır biz işçiler için.
Şimdi önümüze gelen sisteme bir kendi nitelikleri içinde bakmamız lazım. Demokratik midir, katılımcılık var mıdır? Önerilen sistem bizim de katıldığımız şekliyle bir “tek adam” önermesidir. Cumhurbaşkanının mevcut siyasi partiler yasası ve seçim yasaları da göz önüne alındığında bütün yönetim erkleri içerisinde tek belirleyici olduğunu görmemiz gerekiyor. Önerilen sistemin Cumhurbaşkanı, 12 Eylül anayasasının cumhurbaşkanından daha baskın bir rol üstleniyor. Yürütmede bakanlar kurulu bile yok. Muhtemelen mecliste oluşacak çoğunluk partisinin milletvekillerini O belirleyecek ve tabiî ki yargıyı da.
Bir de bu öneriyi kimlerin getirdiğine bakmamız lazım. Başta Sayın Cumhurbaşkanımız ve partisinin demokratik haklara tahammül, işçi haklarına (sendikal haklara) bakışını incelemeli ve 15 yıllık karnelerine bakmalıyız. Sayın Cumhurbaşkanının, ülkenin bir şirket gibi yönetilmesi gerektiğine dair bir sözü herkesin belleğinde yer etmiştir sanırım. Bir şirket daha fazla kar daha fazla sermaye birikimi için işçilik giderlerini düşürmek ister, nedenine nasılına bakmadan performansı düşen işçiyi işten atar mesela. İşyerin de kendisinden başka kimse belirleyici olsun istemez, grev istemez mesela. İşyerini kendi çöplüğü olarak görür, başka horoz istemez. Ama işte yasalar var der, haksız bulunur mahkemeler de sürünürüm der, kabullenir.
Eğer bu iki bakış bir arada olursa sanırım işçi sınıfını cumhurbaşkanlığı başkanlık sisteminde daha zor ve çetin bir süreç bekliyor.
16 Nisan’da oylanacak olan başkanlık sistemi toplumun her kesimi için elbette ki farklı sonuçlar doğuracaktır. Bu yazımız da Sayın Cumhurbaşkanı ve onun rüzgarına kapılanların halkımızın oyuna sundukları “Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin” biz işçilere ne getirip, ne götüreceğini irdeleyeceğiz.
Bunun analizini etraflıca yapabilmek için işçi sınıfının hak arama mücadelesinin tarihine bakmak lazım. Yani işçi sınıfı hangi siyasal ve sosyolojik düzlemlerde kendini güçlü hissetmiş, hak ve menfaatlerini almış ve geliştirebilmiş ortaya koymalıyız.
Dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfının kazanımları 19. yüzyıldan bu yana yeryüzünde Cumhuriyetlerin kurulması ile başlamış. Bu cumhuriyet sistemlerin giderek demokratikleşmesi ve halkın yönetime katılımının arttığı düzlemlerde bir sosyal tabaka olarak işçilerin ve emekçi sınıfların hak arama mücadelesinin geliştiğini ve olgunlaştığını görürüz.
Demokrasilerde bütün toplum katmanlarının yönetime etkisi iki şekilde gerçekleşir. Bunlardan ilki bir demokrasinin vazgeçilmezi olan siyasi partiler de etkinlik sağlayarak, serbest seçimlerle oluşacak olan meclise o toplum tabakasına daha yakın kafa yapısına sahip insanların meclise girmesini sağlamaktır. İkincisi ise bir demokrasinin yine vazgeçilmez ilkesi olan “toplanma ve yürüyüş hakları” kullanılarak yapılan gösterilerle iktidar erki üzerinde baskı oluşturarak yönetenleri karar alma süreçlerinde etkileyerek gerçekleşir. Yani demokrasi hele de katılımcı demokrasi işçi sınıfı için ekmek kadar su kadar ihtiyaçtır.
Türkiye de işçi sınıfı 1963 Anayasası ile büyük gelişim göstermiş, ama 12 Eylül diktası ve Anayasası bu siyasi ve hukuki kazanımların büyük bir kısmını ortadan kaldırmıştır. Bu değişiklikle işçi sınıfı ve onun kurumları olan sendikaları o kadar kötü yönde etkilenmiştir ki hala kendilerini toparlayabilmiş değiller. Yani ne kadar siyasi ve hukuki hak o kadar ekmek noktasıdır biz işçiler için.
Şimdi önümüze gelen sisteme bir kendi nitelikleri içinde bakmamız lazım. Demokratik midir, katılımcılık var mıdır? Önerilen sistem bizim de katıldığımız şekliyle bir “tek adam” önermesidir. Cumhurbaşkanının mevcut siyasi partiler yasası ve seçim yasaları da göz önüne alındığında bütün yönetim erkleri içerisinde tek belirleyici olduğunu görmemiz gerekiyor. Önerilen sistemin Cumhurbaşkanı, 12 Eylül anayasasının cumhurbaşkanından daha baskın bir rol üstleniyor. Yürütmede bakanlar kurulu bile yok. Muhtemelen mecliste oluşacak çoğunluk partisinin milletvekillerini O belirleyecek ve tabiî ki yargıyı da.
Bir de bu öneriyi kimlerin getirdiğine bakmamız lazım. Başta Sayın Cumhurbaşkanımız ve partisinin demokratik haklara tahammül, işçi haklarına (sendikal haklara) bakışını incelemeli ve 15 yıllık karnelerine bakmalıyız. Sayın Cumhurbaşkanının, ülkenin bir şirket gibi yönetilmesi gerektiğine dair bir sözü herkesin belleğinde yer etmiştir sanırım. Bir şirket daha fazla kar daha fazla sermaye birikimi için işçilik giderlerini düşürmek ister, nedenine nasılına bakmadan performansı düşen işçiyi işten atar mesela. İşyerin de kendisinden başka kimse belirleyici olsun istemez, grev istemez mesela. İşyerini kendi çöplüğü olarak görür, başka horoz istemez. Ama işte yasalar var der, haksız bulunur mahkemeler de sürünürüm der, kabullenir.
Eğer bu iki bakış bir arada olursa sanırım işçi sınıfını cumhurbaşkanlığı başkanlık sisteminde daha zor ve çetin bir süreç bekliyor.