İşin aslında eskiye methiye düzmek niyetinde değilim.
Zaten çoktandır “neydi o eski günler” diyenlerimizi de görmüyorum çevremde.
Eski artık görünmeyecek kadar uzak.
Geriye dönüp yüzsek dahi coğrafyamızın düşünce deryasında yarı yolda yorulup, boğulmamız içten bile değil.
Mesafe çok açıldı zira.
Fakat, eskiden kalma pek çok hastalık bünyemizde hala, pek çok ilacı ise o uzak adada bıraktık.
Ve yeni tedavi yöntemleri de bulamıyoruz, ne yazık.
Umutlarımızı tersyüz ederek sırtımıza geçirdiğimiz her günün belli bir saatinde, gelecekten duyduğumuz kaygıların umutları, karanlık bıçakları ile parçalandığı günlerden geçiyoruz.
Yok, öyle “ekonomi, savaş, deprem” demeyeceğim.
Sıradan insanların günlük karanlığındaki dikiş tutmaz hale gelen umutlarının yarattığı yıkım.
Her gün yüz yüze geldiğimiz ama bir türlü göremediğimiz saçmalıklar.
Mesela, işsizlikten dem vurmak yada geçim şartlarından söz etmek yerine işe dans ederek gitmenin getireceği başarıyı konuşabilme cehaleti.
PR’dır iyisi kötüsü olmaz deyip geçmek gerekir belki…
Yahut, her türlü kurum ile protokol yaparken, öğrencilerinin geleceğini ağızlarına alamayan rektörlerin mahareti.
Belki de bir ihanet gençliğe…
Uzay muzay değil, bir beton işini bile eline yüzüne bulaştırmanın ardından düşülen rahavet.
Ekonominin iyi gittiğinden başka bir söz söyleme hakkı olmayan oda başkanları.
Bunlara benzer kahve muhabbetleri bile artık bir saçmalığa açıyor kapıları.
Geleceğe bakmak istemiyoruz.
Göreceklerimizden ne kadar da eminiz bir bilseniz.
“Yarın ola hayrola” demenin pek de inanılmayan bir teselli olduğu o kadar açık ki artık.
Ülkenin, şehrin neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor.
Ancak çok hızlı ilerliyor her şey,
Gözümüzün algılayabileceğinden çok daha hızlı.
40’ı dolmadan bir yassın diğerine başlıyoruz.
Gözümüzün önüne gelen manzaraya iki kelam edemeden, başka bir manzaranın penceresinden el sallıyoruz gidene.
Ortalama bir vatandaşın kızdığı, küstüğü, öfkelendiği her şey bir biri ardına sıralanıyor.
Ve bu hız neticesinde hepimiz neye kızacağımızı, neye öfkeleneceğimizi bilmiyoruz, bilemiyoruz.
Buzdolabına, portakala ve yahut gözlerinin çekikliğinde Japonlara kızanlarımız, kanal İstanbul gibi ne olduğunu bilmediğimiz, TOGG gibi geleceğe havale ettiğimiz veye geleceğe havale etmek zorunda kaldığımız devasa projelere seviniyor.
Ancak, bugünün karanlığı artık gelecek gibi uçsuz bucaksız bir alanın sevinme alanlarını dahi daraltıyor.
Daha kötüsü olur mu bilmem?
Ama her ne hikmetse hep daha kötüsü geliyor çatıyor.
Başkanı Kızılay’ın, “hadi üç beş destek atında şu canlıları kurtaralım” diyor mesela.
Deprem vergisi artık işin teferruatı.
İtibardan tasarruf etmeyenlerin, insan canındaki bonkörlüğü yüreğimizin içine kazık gibi her geçen an, her geçen gün daha da saplanıyor.
Eskiye dönmeye gücümüz yetmiyor, ileride ne var bilemiyoruz.
Yüzmekle olmaz bu iş.
Bir gemi lazım bize.
Ancak gemiye binmiş gidiyorlar.
Yine kalacağız biz bize…