SONER UÇAK YAZDI...
Yekten bir film söyle deseniz aklıma ilk olarak “At” gelir (Ali Özgentürk 1981).
Ulaşılmayan hayallerin senden daha uzakta, ne kadar ihtişamlı koşusunun seyridir.
Sen de koşarsın at gibi, üstelik kazanamayacağını bile bile.
“Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bir memlekette” yaşamak tek hünerse, kimi zaman yangında yarışı kaybeden bir at olarak, “koşu bittikten sonra da koşan atlar” arasına da girebilirsiniz. Ve hatta biraz güzelseniz, güzel isek yani, “öldükten sonra tersine yarışırız” kim bilir?
Peki biz nasıl at’larız?...
Yelelerimize değen rüzgarın zevkü sefasını sürmek, pek de alışık olduğumuz bir mevzu değil.
Koşmak için yarışta beklediğimiz görünmemiş.
Bir yarışın içine doğurmuş analar zannedersem.
Kupa almak için falan değil, bir varoluş meselesi besbelli.
Sakatlanınca koşacağız en nihayetinde.
Yaraları koşarken sağaltacağız.
Koşacağız…
Tarlada…
Yıllardır süre gelen bir geyik muhabbetinin marifetiyle anlatılacak bir mevzu olmadığı içindir daha fazla,
Hatta tamamen bu yüzden...
Her yıl ekim biçim aylarında 5-10 çadırın bitmez muhabbeti.
Gidip, sorunlarını dinleyen milletvekili aynı zamanda mevsimlik tarım işçilerinin sorunlarının bilinmediğine inanmazı bekliyordur.
Hey hat! bir bilinmezlikte de koşacağız..
Haberlerde “Çadır kent” olarak geçiyor .
Mega köylere kent dediğimiz yetmiyor, köylüsü olmayan en küçük yapı birimine köy diyemediğimizdendir belki de mahalle yetişti imdada.
5 çadırdan kent kuruyoruz.
Kulağa hoş gelmiyor değil.
Kentlerde atları vuruyoruz.
Ve sorunlar her yıl değişiyormuş gibi, her yıl ziyaret edilip bir kez daha soruluyor.
-Hey dostum burada soruları hükümet sorar.
Dost western filmlerindeki küfür gibi duruyor ağızlarda.
Cevaplayarak da koşarız, Evelallah!
Telaşa hiç gerek yok.
Birkaç on yıl daha soralım.
Koşarken doğurmuş analarını koşarak emen çocuklar, koşarak da büyür, Evelallah!
Fotoğraf: İHA